Umur Talu 'insanlığın salgın maceraları'nı yazdı: Senin Adın Corona Olsun

26 Ekim 2020 Pazartesi

T24 Kültür Sanat

Türkiye'de gazeteciliğin en saygın isimlerinden Umur Talu, Covid-19 pandemisinden yola çıkarak, insanlar, olaylar ve yüz yıllar arasındaki bağlantılar ve karşılaşmaları 312 sayfalık bir kitapta kaleme aldı. "Senin Adın Corona Olsun" başlığıyla yayımlanan Talu'nun kitabı, "İnsanlığın salgın maceraları" alt başlığını taşıyor. Kitapta, insanlar ve salgınlar arasında, Talu'nun ifadesiyle, hikâyeler örülüyor.

Türkiye basınının önde gelen yazarları arasında bulunan ve gazete mutfaklarının ustalarından olan Umur Talu'nun son kitabı, "Senin Adın Corona Olsun" adıyla Literatür Yayınları arasından çıktı. Kitap, Talu'nun, "Ülkemizde salgına karşı 'ön cephe'de ve her cephede mücadele ederken yitirdiklerimizle birlikte, tüm ülkelerden her yaş, her cins, her ırktan bütün kayıplarımızın anısına; mücadeleyi sürdürenlere saygıyla" ithafıyla başlıyor.

 

Umur Talu, kitaba yazdığı 'Sunuş'ta, "Tarihçi değilim, bilim insanı değilim, doktor değilim, edebiyatçı da değilim. 40 yıl gazetecilik yaptım. Bir gazetecilik ürünü olmasa da, bir gazetecinin salgınlar, yüzyıllar, insanlar arasında; merak ederek, şaşırarak, bağlantılar arayarak ve sık sık bağlantılarla karşılaşarak veya olayları, kişileri bir diğeriyle buluşturarak yaptığı yolculuktan çıktı buradaki öyküler. Elbette sebebi Corona’ydı" diyor. 

Tarih yumağında salgınların ipini çekmek...

Talu'nun "40 yıllık abim" diye andığı yayıncı/yazar Fahri Aral, Talu'nun Sunuş'taki "Belki... İlginizi çeker buradaki 'örülmüş hikâyeler. Belki... Biraz nefes alabildiklerinde, sağlık çalışanları da, kendi tarihi yolculuklarına dair izler bulabilirler. Belki... İnsanlığın Salgın Maceraları geçmişe, bugüne ve geleceğe dair küçük pencereler açar..." sözlerine atıf yaparak, kitap için şu değerlendirmeyi yapıyor: 

"Bu öyküleri bana okumam için gönderdiğinde, onun deyimiyle 'her öykünün elinden tuttuğumda'; yıllardır tanıdığım, gazetecilik dönemlerindeki serüvenini yakından izlediğim, yazılarını severek okuduğum Umur Talu, gerçek anlamda gazeteciliğin, haberciliğin 'yerlerde süründüğü' bugünlerde; yaşadığımız Corona Günleri’nin kapılarını aralayarak bizleri farklı yolculuklara taşıyor.

Tarihi, insanlığın onbinlerce yıldır yaşadığı zaman sürecinde yuvarlanan büyük bir yumağa benzetirsek; Talu bu yumağı sarmalayan, toplumsal mücadelelerin, savaşların, yenilgi ve zaferlerin, yıkımların, kişilerin vb. arasından 'salgınların' ipini çekerek, bu ipin insanlıkla nasıl içiçe olduğunu değişik öykülerde dile getiriyor.

Umur’un ustalıkla yaptığı 'insanlığın salgın ipini', tarihin yumağından çekerken, adeta sır perdesi kalkan büyük resmi, en ince ayrıntılarına kadar görebildim. Bunu yaparken tarihte düğümlenmiş, kaos haline gelmiş kimi dönemlerin olaylarını ve bunların içindeki kişileri tüm yönleriyle yeniden keşfettim.
İtiraf etmeliyim ki, kimi zaman her öyküde ortaya çıkan tabloya çok önemsiz fırça darbeleri de ekledim. Ancak bunlar Talu’nun tarihin yumağı ile olan diyalektik ilişkisini hiç bozmadı. İçiçe girmiş tüm öyküler, olaylar, kişiler, bir zamanlar çok kullandığımız “tarihin çarkı” içindeki dönen dişlilerde yerini aldı.

Bu öyküleri tek tek okurken salgının, Corona’nın kuşattığı günlük hayatımızı nasıl anlamlandıracağız?

Bunu yıllar önce Einstein şöyle dile getirmişti: 'Bizim gibi fiziğe inananlar bilirler ki; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki farklılaştırma, inatla kalıcı hale gelmiş bir illüzyondan ibarettir.'
Umur’un salgın öykülerini bu gözle okuyunca bunu daha iyi anlayacaksınız...
"

Umur Talu'nun 'Sunuş'u

Umur Talu'nun, kitabı için kaleme aldığı "Sunuş" şöyle:

"Elinizdeki bir tarih kitabı değil, ama tarihten koparılıp başka başka türlü birleştirilmiş sayfalar var. Elinizdeki bir hikâye kitabı değil, ama birbirini kovalayan, bir diğeri içine geçiveren öyküler var. Elinizdeki bilimsel bir kitap değil, ama bilime, araştırmaya, meraka, buluşa saygı var. Elinizdeki kitapta umutsuzluklar da var, umut da. Hayaller ve hayal kırıklıkları da. Korku ve cesaret, iyi ile kötü, çaresizlik ile çözüm, teslimiyet ile mücadele var. Her şeyden önce insanlar var. Kimi yeterince bilinen, kimi unutulmuş ya da kaybolmuş, kimi sessizce geçip gitmiş. Daha ziyade, insan hayatları için hayatlarını ortaya koyan insanlar da. Elbet, kendi hayatlarıyla insan hayatı alanlar da!

Bunların bazen arka planında ama sık sık en önde, en ortada, hepsinin üzerinde temel oyuncu ve hatta tarih yapıcı olarak salgınlar, hastalıklar var. Bazen, milyonları yok eden ve hayatta kalan milyonların da kaderini etkileyen salgınlar; bazen bir tek kişinin ölmesi veya kurtulmasıyla tarihte bazı nehirlerin yatağının veya akışının değişmesine sebep olmuş hastalıklar. Tarihçi değilim, bilim insanı değilim, doktor değilim, edebiyatçı da değilim. 40 yıl gazetecilik yaptım. Bir gazetecilik ürünü olmasa da, bir gazetecinin salgınlar, yüzyıllar, insanlar arasında; merak ederek, şaşırarak, bağlantılar arayarak ve sık sık bağlantılarla karşılaşarak veya olayları, kişileri bir diğeriyle buluşturarak yaptığı yolculuktan çıktı buradaki öyküler. Elbette sebebi Corona’ydı.

Ama salgınlara dair merakım, bir kitabı okumam ve geçmişte bazı makalelerde kullanmamla başlamıştı. Laurie Garrett’ın The Coming Plague kitabı, 1990’ların ikinci yarısında bir ara başucu kitaplarımdandı. Tam başucumda durmasa da. Sonra rafa kalktı.

Lakin salgınlar ne raf tanıyor ne laf! Bunu iyice öğrenebilmek için 2020’nin gelmesi gerekmişti. Tabii yaşı 100’den az olanlar için söylüyorum! 100 senede başka salgın olmadığından değil; insanın ortalama ilgi-merak-endişe-ezber-öğrenme matrisinin daha ziyade kendisini merkeze koyan, çok küçük ya da eh az daha büyük bir çemberle sınırlı kalmasından ötürü. Genellikle tabii.

İlkokulda, yatılı mektepte, bilhassa sıkıldığım ders ya da etütlerde bazen pergeli insan yerine koyardım; tahta sıranın üzerinde. Etrafına da küçük bir dünya. Oyun işte.

Meğer aslında insan, pergelmiş! Çizdiği dairenin dışına çıkabilmesi için, akıl ve vicdanının yani muhakemesinin duvarları yıkıp sınırları aşması gerekiyormuş.

Bizden az yaşlıların, bizlerin ve daha gençlerin ömrüne sığan çok hastalık ve üzüntü oldu elbette ama "salgın" sanki Ebola gibi Afrikalılara, bir de AIDS’lilere (ki onların çoğunun da cinsel açıdan “öteki” değil, milyonlarca Afrikalı çocuk da olduğunu bile öğrenmek istemedik!) mahsustu.

Çocukluğumda hâlâ korkulan "kolera” bile, koca İstanbul’da nihayetinde Sağmalcılar’a sıkışmış sayıldı; onun adı da Bayrampaşa yapılınca geçti gitti. Kızamık, kızıl, tifo, tifüs, verem, sıtma, sarı humma, çiçek, çocuk felci, kuduz gibi dünyayı ve bu toprakları kavuran hastalıkları ise, çoğumuz anca, dünyayı bu dertlerden kurtarmış görünen aşılarla bildik.

Yine çocukluğumun sanatoryumlarındaki “tüberkülozlular” adeta birkaç yüzyıl öncesinden kalan cüzzamlılar gibiydi ve üstelik cüzzam da bu ülkede öyle birkaç yüzyıl önce silinmiş değildi. Yeter ki işte “evlerden uzak dursun”du bunlar ve çoğu haneden hakikaten uzak durdukları için “ötekinin derdi”ydi. Başımıza gelmedikçe, vah vah, tüh tüh!

Oysa doğduğum 1957’deki küresel virüs, İspanyol Gribi ardından, 20. yüzyılın ikinci büyük küresel salgınıymış. Doğarken bilemezdim tabii, Sonradan da kimse bir şey anlatmamıştı. Ölen ölmüştü ve ortalama ömür düşük, ölüm sebebi türlü çeşitliydi zaten.

Savaşlardan, kıyımlardan, açlıktan, kıtlıktan, yokluktan, salgınlardan çıkmış kuşakların torun ve çocuklarıydık. Onların ölümün doğallığını kabullenme ve sağ kaldığına şükretme kültüründen elbette bize düşen epey pay da vardı.

68’li ve 78’li cesaretinin ve cüretinin kökenlerinde böyle evrensel ve yerli bir şey de vardı belki!

Okullar desen, tarihi sadece büyük adamların büyük işleri olarak anlatıyor, elbette hijyen, halk sağlığı, aşı gibi yine de üstlendikleri çok önemli sosyal sorumluluklar dışında, zaten kitleleri pek dikkate almadan anlatılan tarihe, kitlesel kıyımları ve büyük salgınları hemen hiç bulaştırmıyorlardı.

Sizlerin de böyle deneyimleri, tespitleri, düşünceleri, belki de söylediklerime itirazları vardır.

Buradaki kurgudan azıcık bahsedeyim o vakit:
Corona salgınıyla birlikte, genellikle yurtdışından (yurtiçinde ayrıntı bulmanın zorluğu kadar, rencide etme korkusu da vardı elbette) bir insan öyküsünden yola çıkıp sınırların ve zamanın ötesinde küçük ve giderek büyüyen yolculuklar yapmaya başladım.

Bildiklerim yanında bilmediğim, o şekilde bilemediğim, bağlantılarını asla kurmamış olduğum insanlar, olaylar ve dönemler arasında.

Hemen hepsi bir şekilde tek tek bilinen, tek tek yazılmış vakaları ve insanları, “Geçmiş, bugün ve gelecek” tünelinde birleştirmeye çalıştım. Öyleydiler aslında. Ama hepsi olmasa bile, birçoğu o şekilde birbirine bağlanmamıştı. Öyle yazmıyor, öyle okumuyorduk.

Birleştirirken, bazen yapıştırıcı bazen yakıştırıcı, bazen düğüm bazen teyel, bazen yörüngem bazen güzergâhım; salgınlar, pandemiler, “savaşlardan bile can alıcı” kıyımlar ve elbet onlarla mücadeleydi.

“Şimdiki zamanın korkunçluğu”nun ya da olağanüstülüğünün derecesi ve manâsını “geçmiş zaman”ın içinde daha iyi değerlendirmek mümkündü ve “geçmiş” ise “şimdiki zaman” sayesinde çıkıp geliyordu.

“Gelecek” mi?

Tamam, izlemişseniz, Dark dizisi ve orada başlama vuruşunu yapan Einstein’in o meşhur sözündeki gibi biraz.

Açıkçası, başka diziler seyrediyordum, mesela tam o sırada, iki büyük savaş arasının, bir pandemi sonrasının, “mutlu olmak varken” faşizme koşan dünyasına dair Babylon Berlin’i.

Dark’ı izlememiştim. Einstein’ın tavsiyesiyle izlemeye başladım! Ve buradaki öyküler yüzünden belki, beklediğimden çok sevdim, daha önce düşünebileceğimden farklı anlamlar yükledim.

Dark’ta ve çok sayıda yerde, Albert Einstein’in şu sözü amentü gibiydi:

“Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki farklılaştırma, inatla kalıcı hale gelmiş bir illüzyondan ibarettir.”

Zamanın içinde ve ötesinde, zamanın felaketleri ve umutları arasında yolculuk etmiş bir adamın, zamanın yanılsamalarına dair sözü zamansızlaşmış, bağlamsızlaşmıştı:

Öyle ya, ne için, ne zaman söylemişti bunu?

Açıkçası, sevdiği birinin ölümünden hemen sonra ve kendi ölümünden hemen önce!

Yoldaşı, belki de onu Einstein yapan yolculuğun en önemli şahsiyetlerinden İsviçreli İtalyan Michele Besso 15 Mart 1955’de ölmüştü. Ve üzgün Einstein onun üzgün ailesine tesellisini şöyle yazmıştı: “Şimdi bu acayip dünyadan kalkıp benim az uzağıma gitti. Bu nedir ki. Bizim gibi fiziğe inananlar bilirler ki; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki farklılaştırma, inatla kalıcı hale gelmiş bir illüzyondan ibarettir.”

Bunları Besso’nun ölüm haberi ardından yazan Einstein, “yakın gelecek”te bile ne olacağını bilmiyordu! Bilmiyor muydu?

Hepimiz biliyoruz aslında!

Birisi öldüğü zaman, ölümü bizim gelecekteki düşüncelerimizi ve halimizi de belirler. Ölüm sadece geçmiş değil, bizzat kendi geleceğimizdir zaten. Ne kadar uzak ve yakın olduğu sadece araya kattığı ve hepsi “geçmiş olmuş” şimdiki zamanlar ile geçmiş-gelecek zamanların toplamı kadardır.

O da illüzyon olabilir tabii!

Einstein, arkadaşının ölümü üzerine o meşhur sözleri de içeren mektubu yazdıktan 33 gün sonra öldü! Einstein 7 yıl önce de ölebilirdi. Ona çok özel bir ameliyatla o 7 yıllık ömrü kazandıran doktor da, Einstein’in 1933’te bir devletten ricası sayesinde yurtdışına gitmese, daha da önceden ölmüş olabilirdi!

Profesör Rudolph Nissen, aslında daha Birinci Dünya Savaşı’nda, henüz tıbbı bitirmeden sağlıkçı olarak gönderildiği cephede ağır yaralandığında ölmüş olabilirdi!

Savaşta ağır hasar alan ciğerlerine rağmen 85 yıl yaşayacak, Berlin Charite’de “Batı’da ilk başarılı pnömonektomi ameliyatını yapan cerrah” olarak tıp tarihine geçecekti. Ciğerleri hasarlı adam; ilk kez bütün bir ciğeri alarak, kaza kurbanı 12 yaşında bir kıza ömür katmıştı.

O tarihi ameliyattan iki yıl sonra, Einstein’ın da ricacı olduğu süreçte, 1933’de yeniden yapılanan İstanbul Üniversitesi’ne ve Türkiye’ye gelen bilim insanları arasındaydı Nissen. Altı yıl boyunca İstanbul Tıp’ın yolculuğuna katkıda bulundu. Türkiye’den ayrıldıktan 9 yıl sonra Einstein’ı ameliyat etti.

Buradaki “zamansız” hikâyeler de böyle.

Besso’dan Einstein’e, ondan en son Berlin’de görüştüğü Freud’a, ondan İspanyol Gribi’nde kaybettiği kızına, Klimt’e ya da Einstein’dan Nissen’e, oradan İstanbul Tıp’a, Charite’ye ve derken Corona’ya uğrayan bir seyahat işte. Salgınlara, hastalıklara, yıkımlara, rastlantılara, ilişkilere, öncülüklere, bir o yüzyıla bir bu yüzyıla, elbet bazen bu topraklara da uzanan bir zaman yolculuğu.

Kimi zaman koşarak, kimi zaman düşerek, çoğu zaman şaşarak.

Ben de “Tarihi sınıf mücadeleleri yapar” kültürüyle yürüdüm; tam öyle olmadığını düşünsem de “tarihi, mücadelelerin yaptığından” hâlâ eminim. Salgınlar, epidemiler ve esas pandemiler ile onlara karşı yenilgi ve mücadele de aslında tarih yapıcı.

2020’nin içinden 2020’ye bakarak belki tam fark edemeyiz. Ama bir asır

gidebiliriz. Geriye doğru demiyorum, aslında zamanda yolculukta ileriye doğru: 1918-20 salgını çok önemli bir insanlık felaketiydi ve bir dönüm noktasıydı mesela.

Nasıl ki bir asır önceki Ortadoğu bir asır sonra “güncel” ise, bir asır önceki salgın da bir asır sonra başka bir terkipte ama yine küresel, yine mütehakkim.

Tarihi gecikmeli yazılan, 50-100 milyon diye yuvarlanan ölü sayısı daha gecikmeli belirlenen, virüsü çok daha gecikmeli tespit edilen, önce sansürlenmiş, sonra unutulmuş küresel bir salgını, artık “tarih yapıcı, tarih bozucu, tarih yıkıcı” olarak okuyabiliyorum.

Yeni edinilmiş bir saplantıdan ötürü değil. Yeni bir bakış açısından dolayı. Tek başına 1918-1919-1920’yi düşünün; dünyada, ülkemizde neler olduğunu düşünelim: Dünya Savaşı, Rus Devrimi, Versailles, Mondros, İmparatorlukların sonu, Milli Mücadele, TBMM (ve sonra Cumhuriyet), Hindistan, İrlanda, Avrupa’da ortaya çıkıp ezilişiyle hakikaten “devrim hayaleti...” İspanya İç Savaşı, İtalya’da faşizm ve Nazizm. Salgını pandemileştiren bir savaş, yeni bir savaşı pandemileştiren bir salgın.

Dünyayı paylaşmak için masa kuranların bir kısmını öldüren, bir kısmını süründüren, bir kısmının da zor bela kurtulduğu İspanyol Gribi, İspanyol Nezlesi, İspanyol Hanım!

Şunu da söylemeliyim: Tarih, tarihte kalmıyor. Bilgiler değişiyor, ezberler bozuluyor, yorumlar çeşitleniyor, anlatılar farklılaşabiliyor ve olmuş bitmiş, donmuş, bazen örtülmüş, gizlenmiş sanılan olaylar ile ölmüş gitmiş denen insanların canlı olduklarını, hareket ettiklerini, zaman zaman itiraz da ettiklerini görüyoruz.

Açıkçası, bugünden bakışımız ve elbette hangi zaviyeden baktığımız, geçmişi yeniden kuruyor. Bugünden kurduğumuzu sandığımız geleceğe dair tasavvurların, planların, hesapların, niyetlerin, hayallerin de esas şimdiki zamanı biçimlendirmesi gibi.

Belki illüzyon belki değil, ama kesinlikle füzyon!
Her şey birbirine bağlı olmasa da, birbirine bağlı çok şey.
Katı olan her şey buharlaşıyor, buhar buhara, sıvı sıvıya, hepsi katılaşanlara karışıyor, başka türlü bir şeyler oluyor! Hepsini görmesek, bir ötekiyle yan yana dizmesek de!

Belki... İlginizi çeker buradaki “örülmüş hikâyeler.”

Belki... Biraz nefes alabildiklerinde, sağlık çalışanları da, kendi tarihi yolculuklarına dair izler bulabilirler.

Belki... İnsanlığın Salgın Macerası bugüne, geleceğe dair küçük pencereler açar...

Belki... Kayıp Salgının İzinde; “Yeni Normal” diye yutturulanlara zihnimizin ve vicdanımızın tok olmasına bir katkısı olur, bunca insanlık macerasının!

Buradaki “yaşanmış hayat ve salgın hikâyeleri” sınırların, milliyetlerin, kuşakların ötesinde bir diğerimize nasıl “bağlı” olduğumuzu da anlatıyor. Bağımlılık; itaat, biat, sadakat manasından ziyade, birbirimizin ille mukadder olmayan kaderini de iyi veya kötü belirlediği için.

Küresel bir felâkette bile enternasyonal dayanışma ve paylaşımı idrak edemeyip kafeslerini tahkim edenlere karşı.

Elbette, insan hayatı ve o hayatın daha adil olabilmesi için mücadele etmiş ve eden herkese saygıyla...

Corona Çağı’nda “ön cephe”de ve her cephede mücadele ederken kaybettiklerimizin ve her ülkeden her yaştan tüm kayıpların da anısına.

Birbirine bağlanıveren öyküler elbette yerli ve yabancı çok sayıda araştırma, kitap, makaleye dayanıyor. Yapmak istediğim, bu öykülerdeki vakalar ve insanların birbirlerinden kopuk olmadığını görebilmekti. Biraz da, tam bir şey anlatırken, onun akla getirdiği başka bir mevzua atlaya atlaya akan, bazen bir ileri bir geri giden bir sohbete koyulabilmekti.

Akademik bir kitaptaki gibi dipnotlar, referanslar ve kaynakça yok burada. Çünkü öyle bilimsel bir iddiası yok. İsimlerini ve eserlerini anamasam da, bu konularda, bilhassa tıp tarihi üzerine çalışmış, üretmiş herkesin tüm emeğine ve bilgisine teşekkürlerimle.

Bu kitap fikrini, bu öykülerin bazılarını okuyanlar hep aklıma sokmuştu ama o yetmiyor... Bunun gerçekleşmesi için ısrarla teşvik eden, macerayı hızlandıran, her bir öykünün elinden tutan “40 yıllık abim” Fahri Aral’a ve grafiğin büyüsünü, usta emeğini esirgemeyen Kadir Abbas’a da çok teşekkür ederim. Tabii bir teşekkür de; fikirleriyle ve esas kalpleriyle hep destekleyen aileme, dostlarıma. Bu kitap vesilesiyle sizlerle yeniden karşılaşmaktan veya ilk kez tanışmaktan da mutluyum. Umarım daha güzel günler olur!"

Yorum yap